(kısa ve yaşanmış bir hikaye)

Önsöz

Yaşam garip bir takım yönlere doğru itiyor insanları. Hiç hesapta yokken birden değişiveriyor yaşantısı insanın. Benim yaşantım aslında 1993 de değişmiş, hem de ben hiç farkında değilken. Bu gün düşünüyorum da neler yaptım acaba 93’de diye, bir türlü hatırlayamıyorum. İrili ufaklı bir takım anılar, küçük küçük flashback’ler hatırlıyorum, ama hiç biri tam değil. hiç biri net değil. Kısacası hiç biri tam anlamıyla benim değil.

1988’de tanımıştım eski eşimi, bir yaz aşkı ya da o yaşta olsa olsa bir küçük oyun olarak başladı ilişki. Ardından garip bir takım buluşmalar, konuşmalar ile devam etti. 92 yada 93 yılında yeniden alevlendi. Yıllardan 1998’da da evlilik ile taçlandı. (lafa bak hizaya gel. Ama dirsek temas aralığı olanından) ilk birkaç ay içinde ben de eşim de neler yaşandı anlamadık. Bir süre sonra evimize bir de köpek geldi (ki tadından yenmez.. ), bu sayede ben de azınlık haklarımı talep etmeye başladım. Ne de olsa bir şekilde hanımla başa çıkabiliyordum, ama diğer dişi hem dişlerini sürekli yanında taşıyordu, hem de tırnakları ile betonu delebiliyordu. 4.5 ay sonra ailemizin ikinci dişisini, polis köpeklerinin aldığı eğitime (itaat eğitimi, bodyguard eğitimi. ) gönderdim, 15 gün sonra dişi itim, ilk ve orta okulu başarı ile bitirince de rahata erdim.

Bu süre içinde, eğitiminin son gününde bir parkta bir başka köpek ile çıkan top kavgasında, iki köpek tartışırken neden araya girmemek gerektiğini de öğrendim, kısaca size de anlatayım, iki köpek tartışırken (hele hele biri sizinki ise) araya girdiğiniz de büyük bir ihtimal ile diş’i siz yiyorsunuz, hadi diş yemek bir şey değil de tanımadığınız köpeğin sahibinin adını, telefonunu almayıp, köpeğinin de aşı karnesini sormaz iseniz, yıllar önce Pasteur amcanın ürettiği o çok faydalı aşılardan yemeğe başlıyorsunuz. Hem de ilk aşının sıfırıncı gün olunması gerektiğini bildiğiniz halde olmadığınız da, ölümden hiç korkmadığınız halde, geceyi kabus dolu geçirip, sabah ilk soluğu bir eczanede alıp, iki tür aşı olduğunu, yerli aşının çok tercih edilmediğini, yabancı aşının da yaşadığınız şehir de çok fazla kuduz vakası olmadığı için ancak depolarda olabileceğini, bu yüzden de aşının elinize geçmesinin birkaç saat alacağını öğrendiğinizde emin olun geberiyorsunuz korkudan. İşin içine bir de bir önce ki akşam doktor bir arkadaşınızla yaptığınız konuşma gelince, arkadaşınız da size “sıkma canını ben uzun süre acilde doktor olarak çalıştım. Bu yüzden biliyorum bu şehir de son 8-9 yıldır hiç kuduz yaşanmadı (yaşanmış olsa kayıtlara yazılması lazımmış) ama yine de bir kumar oynayacaksan ortaya koyduğun hayatın ve dönüş şansın da yok unutma istersen bunu da” dediyse, panik atak yaşamamak için nerede ise hiç sebep kalmıyor. Uzun lafın kısası prosedür uyarınca bendeniz bir güzel kuduz aşılarımı oldum. Bu arada iğneler anlatıldığı gibi karından yapılmıyor ve bir karış uzunluğunda da değil. Olsa olsa şeker hastalarının kullandığı ensülin iğnelerine benziyor. Ve koldan yapılıyor.

Bunca yaşanan olaylardan sonra evdeki dişilere daha da bir saygı duymaya başlamam da sanırım yadırganmaz. Bir süre sonra ister istemez evdeki (iki ayaklı) dişi ile oturup diğer dişiyi insan yerine koymaya başlamamızın sebeplerini tartışmaya başladığımız da ortaya çıkan gerçek daha da can yakıcı bir hale geliyor. Biz bir çocuk istiyoruzzzz, ama ne ben ne de (iki ayaklı) dişi bir çocuk yapmak istemiyor. Çare ne? . Çare hafta sonları bir çocuk almak yetiştirme yurdundan. Cuma öğleden sonra gelecek eve, Pazar öğleden sonra gidecek. İki gün. 48 saat sizinle yaşayacak bir canlı. Hem de iki bacaklı. Enteresan bir duygu. Yaşamayana anlatabilmem mümkün değil. Garip bir sıcaklık, garip bir heyecan, garip bir korku. Ama sanırım korku biraz daha ağır basıyor.

Bir perşembe akşamı, iki bacaklı dişi bana yarın misafirimiz var diyor. Ben de bir telaş, bir korku. Sabahı sabah ediyorum. Akşam gelmek bilmiyor. Sonunda saat 16:30 gibi kapı çalınıyor, kaşımda iki dişi. Biri 6 yaşında diğeri bizimki. Alın size bir paradoks. Oldu mu şimdi, 3’e karşı BİR. Azınlıktık, daha beter azınlığa düştük. O gün, ertesi gün evde bir neşe var. Bizim 4 bacaklı dişi biraz kıskanıyor misafirimizi ama olsun. Koşuşturma içinde iki gün nasıl geçiyor anlamıyoruz. Pazar günü öğleden sonda misafirimiz evden ayrılıyor, haftaya gelmek üzere.

O bir hafta geçmek bilmiyor. Hafta sonuna doğru hanım telefon ile arıyor beni, ve ne yazık ki diyor bu hafta misafirimiz bu hafta gelemeyecek. (ben de bir şok) geçtiğimiz hafta bir akrabası gelmiş ve almış misafirimizi. Yapılan konuşmada bize bir başka çocuk verebileceklerini söylemişler. Yapacak bir şey yok, misafir umduğunu değil bulduğunu yermiş. Cuma günü yine 16:30 civarı kapı çalıyor, açıyorum. Karşımda eşim ve gözleri pırıl pırıl parlayan bir velet (Tanrım galiba en sonun da eşitliği yakaladım. Galiba artık azınlık değilim… , Çocuk fikri aklıma geldiğinde bugün bile kız yada oğlan hiç fark etmez diye düşünüyorum) ama o gün, sanırım karşımda gördüğüm o çocuğa aşık oldum. Kısacık geçen iki günden sonra misafirimiz yurda geri döndüğünde evde yaşanan sessizlik, evi ölü evinden beter bir hale getirdiğinde çocuk ne demek, daha iyi anlamaya başlıyor insan.

Birkaç gün sonra akşam yemeğinde evin dişisi (iki ayaklı olan) senle bir şey konuşmak istiyorum dediğine de siz bal gibi biliyorsunuz ne diyeceğini. Çünkü o söylemese siz başlayacaksınız lafa bir girizgâh yaparak. Yapılan kısa bir konuşmadan sonra sorunun, masaya bir kap yemek daha koymanın zor olmadığı, diğer sorumlulukların altından nasıl kalkılacağı, okul, hastalık konuları konuşuluyor. Veee karar alınıyor, o çocuk ne olursa olsun bu evde yaşayacak. Hemen ertesi gün neler yapılabileceği araştırmaya başlanıyor. Birkaç arkadaş araya sokulup çocuk 10 gün izinli olarak yanımıza veriliyor. Bu on gün içinde de gereken yasal prosedür çalıştırılmaya başlanıyor. Kurul raporu, kıl raporu, tüy belgesi derken Sosyal Hizmetler görevlileri ev ziyaretine geliyorlar.

Bir panik sormayın. Gelen görevlilerin iki dudağı arasında her şey. Bir sürü belge hazırladık ama, bizi sadece o iki görevli görecek. Görücüye çıkmaktan beter bir şey.. Bir öğleden sonra geliyor görevliler evimize, oturup sohbet etmeye başlıyoruz. Bize sorular soruyorlar, bayağı terletiyorlar; özel, tüzel akıllarına ne gelirse soruyorlar. Biz yetmezmişiz gibi ailelerimizi de soruyorlar. 2.5, 3 saat sürüyor görüşme. Ve ne yazık ki evin dört bacaklı dişisinden bahsetmiyoruz hiç. Korkuyoruz. Görüşme olumlu, raporu lehimizde yazacaklarını ima ediyorlar ve gidiyorlar. 110 kg olan ben sanki bir kuş olmuşum uçuyorum. eve sığamıyorum, köpeği bıraktığımız veterinere uçarak gedeceğim neredeyse ama, yine de arabayı tercih ediyorum ve parktan çıkarken ağaca takıyorum. bir iki gün içinde haber geliyor.. OĞLAN ARTIK BİZİM.. Sosyal Hizmetler de bir iki belge imzaladıktan sonra, ver elini Valilik, yaklaşık 1.5 saatlik bir bekleyiş ve ardından olur imzası.

Yaşamınız bir anda inanılmaz bir şekilde değişiyor. Normal anne ve babalar uzun bir süreç de hazırlıyorlar kendilerini ebeveynliğe. Biz ise sadece 10-15 günlük bir hazırlık döneminden sonra bu kisveye bürününce, ister istemez saçmalıyoruz biraz. Evde kalıcı değişiklikler yapılıyor. Giyecekler, oyuncaklar. bir sürü şey alınıyor. O oğul olmayı öğrenmeye başlıyor biz de anne-baba. ilk günler zor geçiyor, hiç tanımadığınız bir insan yavrusunu çözmeye çalışıyorsunuz. O da hiç alışık olmadığı şeyleri yaşıyor. Mesela çay’a şeker atılmazsa acı olduğunu çözüyor, mesela tabağına yiyebileceği kadar yemek, v.s. alması gerektiğini bir türlü algılayamıyor. Köpek ile yaşamak o’nun için bir azap ilk başlarda, çünkü köpek’i kıskanıyor. Aslında köpek de onu kıskanıyor ama sanırım oğlan biraz daha fazla kıskanıyor. Aradan günler, haftalar geçiyor. Okul zamanı bilgi (genel kültür) eksikliği yüzünden ana okuluna başlaması kararı alınıyor. Bir senelik bir maceradan sonra bir sürü eksik kapanıyor. Okul’a başlanıyor. Birinci dönemin sonuna doğru da anne ve baba boşanma kararı alıyor. İnanılmaz bir hızla evin (iki bacaklı) dişisi ile evin erkeği boşanıyor.

Sosyal Hizmetler ile yapılan görüşmeler sonunda oğlan evde kalıyor. Bu defa azınlık evdeki dişiler oluyor. İlk günlerde gerek oğlan gerekse ben çok zorlanıyoruz. İki kişinin birbirini anlaması hele hele birinin yaşı 8 diğerinin 33 ise çok kolay olmuyor. Yapacak çok bir şey yok alışmak, öğrenmek lazım. Paylaşmak ve sinirlere hakim olmak lazım. Dinginliği korumak, anlayışla yaklaşmak lazım. Yaşamak zor. Anlamak zor, o dönemde aslında her şey zor, oğlan hırçın, ben kızgın, köpek sersem. Bir süre bu garip silsile yaşanmaya devam ediyor. Okulda sorun var. Çabalayarak, kırarak, kanatarak öğreniyoruz yürümeyi beraber. O bana baba olmayı, ben de ona oğul olmayı öğretiyorum. Günler günlerin ardından bir süre sonra yerine göre arkadaş, yerine göre baba-oğul olunarak yaşamanın sorunları daha da kolaylaştırdığını öğreniyoruz. Birinci sınıf kazasız belasız bitiyor. Yaz tatili birbirimizi tanımak için iyi bir süreç. İyisi ile kötüsü ile geçiyor yaz. Biraz daha büyüyoruz. Biraz daha olgunlaşıyoruz. İkinci sınıf başlıyor hem oğlan için hem de benim için. Bu defa biraz daha kolay gibi işler. Bir süre sonra okuldan şikayet gelmeye başlıyor, oğlan arkadaşları üstünde fiziksel güç kullanıyor. Liderlik kompleksi, evde eşit haklara sahip iken okulda bir grubun üyesi olmak zor geliyor. Konuşmak, konuşma, konuşmak. Sorun çözülüyor gibi. Günler, haftalar, aylar geçiyor büyük kaza bela olmadan ikinci sınıf da bitiyor. Yine yaz tatili. Bu defa özgüven bakımından daha da göçlü bir ilişki var aramızda. Yaz tatilinde 70 günlük deniz muhabbeti sonrasında fiziksel ve zihinsel bakımdan çok daha gelişmiş bir delikanlı adayı olarak başlıyor okula. Birinci ayın sonun da problemler başlıyor yeniden. Yine fiziksel güç kullanımı. Bu defa sorun büyük. Bu defa oldukça fazla şikayet var. Okulda rehber öğretmen ile yapılan sonsuz görüşmeler ve testler sonuncunda ortaya çıkıyor gerçek. Birinci sınıfta bizimkinin sınıfında olan ve ikinci sınıfta bir başka okula giden bir öğrenci, üçüncü sınıfta tekrar aramıza katılıyor. Bu öğrenci ikinci sınıfta edindiği tüm kötü huylar ile beraber geliyor sınıfa. Ve ne hikmet ise bizim oğlan ile atışmaya başlıyor. Güçü yetmeyince de başlıyor “annesiz.” diye alay etmeye, o da yetmiyor “p.ç.” muhabbeti başlıyor. Sınıftaki diğer çocuklarda katılınca bu koroya bizim oğlan da fiziksel güç uygulamaya başlıyor. Ne hikmet ise öğretmen bir türlü kabul etmiyor bu gerçeği. Bir türlü inanmak istemiyor sınıftan bir şeylerin oğlanı tetiklediğini. En sonunda cebren ve hile ile sınıftaki sorun anlatılıyor kendisine ve çözüm yolu gösteriliyor. Geceler boyu süren konuşmalar, yapılan görüşmeler ile sınıftaki sorun yavaş yavaş azalıyor, bizim şiddet gösterilerimiz de bitiyor. Şimdilerde üçüncü sınıfın sonu geliyor. Ufak tefek Sorunlar çıkıyor ama sanırım bunlar normal sorunlar. İki yetişkin gibi konuşabilirken karşımda 10 yaşında bir çocuk olduğunu hatırladığımda bazen şaşırıyorum. bazen de kendi kendime gülüp, ilk defa Hıncal ULUÇ’un köşesinde okuduğum deniz yıldızı hikayesi geliyor aklıma.

“Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder gibi hareketler yapan birini görür. Biraz yaklaşınca, bu kişinin sahile vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan yaşlı bir adam olduğunu fark eder. Yaşlı adama yaklaşır:
Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?
Yaşlı adam yanıtlar;
– Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek. Onları suya atmazsam ölecekler.
Yazar sorar;
– Kilometrelerce sahil , binlerce denizyıldızı var. Ne fark eder ki?
Yaşlı adam eğilir, yerden bir denizyıldızı
daha alır, okyanusa fırlatır.
– Onun için fark etti ama… “.”

Bütün bunları neden yazdım, aslında pek de emin değilim. Belki Jai’nin yazdığı kuş hikayesi etkiledi beni. Ya da ne bileyim paylaşayım dedim bir şeyleri, ama bu hikayede de (her ne kadar yaşanmış bir hikaye olsa da) bir kıssadan hisse var. Umarım çıkarabilmişsinizdir içinden. Umarım sizde çok zor olsa bile “bir yaşam kurtarma” eylemleri yaparsınız. Aklıma gelmişken tüm Türkiye genelinde 500 KORUYUCU AİLE var. Ama yetiştirme yurtlarında binlerce çocuk yetişmeye çalışıyor. Hadi sizlerde elinizden geldiğince, gücünüz yettiğince bir yıldızı kurtarmaya çalışın.

Sonsöz

Hem kim bilir belki sizinde hayatınız o yıldız’ın hayatı ile kurtulur.