Yol ne zaman bitmişti, Haydarpaşa’ya ne zaman gelmişti bilmiyordu adam, taksi şoförünün “geldik ağabey” lafı ile silkinmişti yarı ölü halinden. Parayı ödedikten sonra yarı bilinçli bir halde bankolara doğru seğirtti, dönüş tarafını açık aldığına sevindi biletini. “Lan bari burada uğraşmasam” diye geçirdi aklından.
Zar zor gülümseyerek bankodaki memure’ye eski biletini uzatıp, “bu akşam için yer var mı?” diye sordu. Kadıncağız önce bilete ardından adamın feri kaçmış gözlerine baktı, “var ama acele etmeniz gerekecek, tren kalkmak üzere” dedi, Sigara içilen vagonda yer yoktu. Başka bir vagon, olurdu tabii neden olmasın. Bilet alındı cüzdana kondu ve adam koşmaya başladı.
Sevdiği kadının evine gittiğinde saat 18.00 sularıydı. Şimdi 23.20. arada hemen hiç hatırlamadığı 5 saat vardı. 5 koca saat bir ömür kadar uzun geldi bir an gözüne. Neler yaptığını hiç hatırlamıyordu. İlk defa bu derece yitirmişti benliğini, kontrolünü. Göz ucu ile insanların koşturduğu yeri gördü, o tarafa doğru koşmaya başladı. Perondaki kontrol görevlileri yolcuları trene doğru güdüyorlardı artık, kapılar kapanıyordu yavaş yavaş ve arada neredeyse 75-80 metre vardı daha. Soluğunun bir an kesilir gibi olduğunu hissetti adam, bir kadına çarpmaktan kıl payı kurtuldu ve devam etti koşmaya, yapacak son işi o trene yetişmekmiş gibi. Aslında gerçekten yapacak en son işi o trene binmekti, hiç sevmemişti İstanbul’u ve şimdi bir an önce gitmek istiyordu bu şehirden. Kendini kirletilmiş hissediyordu. Bir şey vardı bu şehirde insanların ruhlarını, ellerini kirleten. Bir şey vardı, kanına işleyen insanın, esir eden. Bir an Bizans entrikaları ile dolu gibi geldi hala her köşesi İstanbul’un. Tıpkı madde bağımlısı gibi hissediyordu kendisini ve o tren tek kurtuluşu idi “o” maddeden. Son 15 metre. Tren hareket etmişti, adımlarını hızlandırdı adam, artık koşmuyor sanki uçuyordu. Son 10 metre. Hala açıktı arka kapı. Mermer zeminde ayak sesleri yankılanıyordu adamın, birilerinin taşikardi geçirmesine neden olabilecek bir sesle. Son 5 metre. Artık hiç de uzak sayılmazdı ara. Uzun bir adım sanki Neal AMSTRONG’un ayda koşarken attığı gibi ağar çekim, sağ kol ileride, soğuk metalin tene teması, kavranması metalin hoyratça, kendini yukarı çekiş ve metal zemine basması ayaklarının. Bir anda kurtulmuştu işte şehri-i İstanbul’dan.
Sanki kâbus bir anda bitmişti. Trenin tanıdık sıcaklığı, loşluğu bir anda adamı kendine getirmişti sanki. Yavaş yavaş yürümeye başladı ileriye doğru. Son 5 saattir ilk defa gerçekten gülümsediğini hissetti yüzünde. Yüzündeki kaslarının acıdığını hissetti adam, yüz felci geçirdiği için iyice hassaslaşmıştı zaten kasları. Bir de kesintisiz soğuk hava, yaşadıkları iyice zorlamıştı anlaşılan. Bir tuvalet bulmalıyım dedi ilk önce ve mesanemi boşaltmalıyım. İki vagon arasındaki tuvaletlerden birini ziyaret etti. Önce rahatladı ardından ellerini yıkamak için musluk tarafına döndü. Soluk ışık altında gördü yüzünü. İrkildi, bilmese tanıyamayacaktı kendisini. Gözleri iyice çökmüş ve kızarmıştı, sakalı birbirine karışmış ve uzamıştı. İyice yıkadı yüzünü, sanki görünmez kirlerinden arınmak istiyordu. Kurulandı. Çıktı dışarı ve yerini bulmaya çalıştı. Tek kişilik olsun istiyordu yeri. Bu kafa ile bir de yolculuk anıları dinlemek istemiyordu hiç tanımadığı birinden. Birkaç vagon yürüdü ve kondüktörün yardımı ile tek kişilik koltuğuna oturdu.
Harika bir his sardı benliğini. Sıcaktı, havada hafif bir koku vardı. Aslında kirle karışık ter kokuyordu içerisi ama o’da pek temiz değildi. Uzun süredir ilk defa sakinleştiğini hissetti. Sıcak görevini yerine getirmişti, saatlerdir kasılan sinirleri rahatlamaya başlamıştı. Gözlerinin ne derece yandığını hissetti ilk defa, bacaklarının ne derece ağrıdığını. Elleri sanki kalbinin görevini yerine getirirmiş gibi zonkluyordu. Nice sonra üzerini çıkarmak aklına geldi. Yavaşça ayağa kalktı palto’sunu çıkardı ve astı. Bir an Azrail dokunmuş gibi hissetti kendini titredi. Yerine çökercesine oturduktan sonra ne zamandır yemek yemediğini düşündü. Hatırlamıyordu, an az 8 saattir açtı. Yeniden kalktı yerinden ve yemekli vagona doğru yürüdü.
Yemekli vagona giderken geçtiği diğer vagonlarda bir sürü insan kendi dünyalarına dalmış nereye gittiklerinin bile farkında değillermiş gibi oturuyorlardı. Kimi sarılmıştı yanında ki bedene. Kimi kafasını gömüp koltuğa horlama moduna geçmişti bile. Uyku fikri çok cazip geldi adama. Yenilenmesi için uyuması şarttı. Ama önce yemek yemeliydi. Etrafına baka baka yürüdü yemekliye doğru. Tanıdık bildik kokular vardı yemekli de. Bayat etmek kokusu, iyice ağırlaşmış yağ ve insan teri sarıverdi etrafını. Yaşadığını hissetti. Tek boş koltuk bir hanımın yanıydı, gülümsemeye çalışarak seğirtti yanında hanımı. “Acaba gelecek birisi var mı?” Diye sordu, Yüzüne bile bakmadan. Tanıdık bir göz teması yakaladığını hissetti ama pek de ihtimal vermedi. Kim olabilirdi ki tanıdık koca trende. “Buyurun” dedi hanım, “kimse gelmeyecek”. Bir iki teşekkür kelimesinden sonra oturdu adam yerine. Garson geldi yanında nezaketsiz bir eda ile ne istediğini sordu. Siparişini verdi adam içecek olarak da bira istedi. Yıllardır ilk defa içecekti.
Sessiz bir akşam yemeği olmuştu. Sessiz ama doyurucu. Kendine geldiğini hissediyordu adam. Ve artık daha rahat hatırlıyordu. Hesabı ödeyip bir iki iyi niyet sözcüğünden sonra yavaşça yerine ilerledi yeniden. Biraz önce geçtiği vagonlarda değişen pek bir şey yoktu. Artık uyanık insanlardan daha fazlaydı uykuya yenilenler. Koltuğuna oturduktan sonra bıraktı kendisini gece ve yorgunluğun eline. Vücudu yorgunluktan geberse de beyni bir türlü yorgunluk emareleri göstermiyordu adamın. Tren gecenin içinde karanlığı yara yara ilerliyordu ve adam daha da iyi geçenleri hatırlıyordu.
Tüm geçmiş gözlerinin önünden bir bir geçiyordu, kimi zaman yavaş, kimi zaman astronomik bir hızla yaşıyordu adam her şeyi. Sürekli sıkıntılar yaşamıştı geri dönüşleri yüzünden. Hep çok iyi hatırlamıştı, unutamamıştı. Bu defa unutmak, düşünmemek istiyordu.
Gözlerini yumdu, umarım uyurum diye geçirdi aklından. Ama hatırlamaya devam etti, kadın ile ilk tanıştığı, karşılaştığı, seviştiği günler sanki dün gibi gözlerinin önündeydi. Sondan bir önceki buluşmaları, geceler boyunca, saatlerce süren telefon konuşmaları, her şey bir bir aklında dans ediyordu. Nerede ise kelime kelime hatırlıyordu her konuşmayı. Tüm mimikler, hareketler gözünün önünden geçiyordu. İlk akşam yemekleri, Popstar elemeleri, Bayhan tartışmaları, barışmaları. Kısaca her şey daha birkaç saniye önce yaşanmış gibi geziniyordu adamın içinde bir yerlerde.
Sonra bu geceki buluşmalarına gitti aklı. Ne demişti kadın, “o’nu hiç unutmadım. O hep benimle beraber yaşadı. O’na biriktirdiğim her kelimeyi sana söyledim tek tek. Ve her konuşmamız aslında seninle değil o’nunla konuştum ben.” Şimdi anlıyordu adam neden bu derece hızlı yaşamışlardı her şeyi. Kadın neden kendisine bu derece tanıdık davranmıştı. Asla kendisi yoktu kadının karşısında. Hep diğer adamı görmüştü kadın kendisine baktığında. Kendisini de O adama benzetmeye çalışmıştı. Giysiler almıştı, saçlarını kestirmesini istemişti. Kendisine şiirler okuması için diretmişti. Sonra anlaşılan kopya gerçeğinin yerini tutmamıştı.
Acaba bunu ne zaman fark etmişti kadın. Sanırım oğlu ile ilgili sorunlar yaşanmaya başladığında ilk defa su yüzüne çıkmaya başlamıştı sorunlar. Kadın bir kız çocuk istiyordu. Adamın bir oğlu vardı. Ve bir gün adam oğlundan hiç ödün vermeyeceğini belirtti. Şimdi daha iyi anlıyordu adam. Kadın biraz şımarık, biraz bencildi. Ne demişti sondan bir önceki görüşmelerinde adama. “Seni kimse ile paylaşmak istemem bu yüzden çocuk bile istemem senden”, ama adamın bir çocuğu vardı. Potansiyel bir paylaşımcı vardı hayatında adamın. Olmayacağı o zamanlardan belliydi aslında ama anlayamamıştı adam, görememişti gerçekleri.
O son gece eski sevgilisinin yanında ne diye haykırmıştı kadın, “Aldattım, Çünkü çok karışıktım. Çünkü hepiniz bir yerimden beni çekiştiriyordunuz ve anlamıyordunuz. O hep benim sığındığım bir liman olmuştu. Ona ihtiyaç duydum. Beni sevsin istedim, sadece beni sevsin. “Oysa kendisi de sarabilirdi yaraları, “birliktelik” bu demek değil miydi? Ne diye bitirmişti kadın sözlerini, “Yaralarımı sarmak için birinin tüm emeğini, tüm sevgisini bana vermesi gerek. Ve sen bunu yapamayacak kadar kalabalıktasın”. Bu sözler adamın aklına oğlunu getirmişti ve kadın sırf bu hatırlama yüzünden hala hayattaydı. Sorumluluk zincirinde ilk halka adam için oğlundan başkası değildi aslında. Ve kadını da oğlundan hep “balım” diye bahsettiği için bu derece çok sevdiğini için için biliyordu. Kendisini ve oğlunu sevemeyecek, sindiremeyecek bir kadınla yaşanacaklar ancak bir kabus olurdu. Ve için için biliyordu ki bu kabusun sonunda paranoyaya dönüşür, tüm benliği bitirirdi. Hamurunda mutsuzluk vardı kadının, yanında da tatminsizlik. Ve yine için biliyordu adam asla mutlu olamazdı o kadınla.
Tren karanlıklar içinde evine götürüyordu adamı. Oturduğu koltukta biraz dikleşti adam. İçi yanıyordu bira yüzünden ve canı sigara istiyordu. Yavaşça ayaklandı, bir an yanındaki kadın uyanacak sandı. Sonra hatırladı birden kadın artık adamın yanında hiç olmayacaktı. Gülümsedi bıyık altından hatırlayınca Nazım HİKMET RAN’ın “MAVİ GÖZLÜ DEV” şiirini. Bu defa kapısı çalınmayan, bahçesinde Ebruli hanım elleri açan ev değildi. İçinde bir çocuğun yaşadığı evin kapısı ardında kadar kapanmıştı kadına. Yavaş yavaş yürüdü adam yemekli vagona doğru. Boş bir yer bulmadan o tanıdık konular yeniden sardı çevresini. Bir bira daha istedi. Sigara paketini çıkardı bir sigara yaktı. İlk nefes sanki dakikalarca su altında kaldıktan sonra yüzeye çıkan insanın aldığı nefes gibi gelmişti. Birası geldi, yanında çerez de vardı. Yavaş yavaş içti birasını, beraberinde birkaç tane de sigara bitirdi.
Hesabı ödemek için garsonu çağırdığında hesabının ödenmiş olduğunu öğrendi. Kim diye sordu garsona, garson arkalarda genç bir kadını gösterdi. Hayal mayal hatırlıyordu genç kadını ama kimdi bir türlü çıkaramıyordu. Merak etti, kalkıp yanına gitti genç kadının. Bu arada gözlerinde tanıdık bir merak ve korku gördü genç kadının. Mümkün olduğu kadar kibarca “Teşekkür ederim” dedi adam. “Rica ederim, oturmaz mısınız?” Diye fısıldadığında Genç kadın.
Oturdu kadının karşısına. Süregelen sessizlik içinde masasını paylaştığı hanım tarafında süzüyordu. Bir anlam veremedi. Tanımıyordu. Tanısa hatırlardı. Genelde yüzleri hiç unutmazdı. İsimler, yerler karışabilirdi ama yüzler hiç unutulmazdı adam tarafından. Yıllardır fotoğraf çekiyordu, objeleri de fotoğrafik hafızasına yazardı, unutmazdı. Dayanamadı bir süre sonra, “Tanışıyor muyuz? Acaba” dedi usulca. Şaşaladı kadın, “unuttunuz mu?” Dedi. Neyi hatırlaması gerektiğini bir türlü bulamamıştı adam. “Neyi unutmamam gerekiyor?” Dedi. Kadın masanın yanında duran çantasının içinde bir şeyler aradı, sigara arıyor diye düşündü adam. Bir cd kutusu çıkardı, adama uzattı. Bu adamın motorda birisine verdiğini hatırladığı Feridun DÜZAĞAÇ CD’siydi, Şaşaladı. “Umarım seversiniz” diye geçiştirmeyi denedi adam. “Severim sevmesine ama bir, iki şeyi anlamadım” dedi kadın “yardımcı olursanız sevinirim”. Ve ardından ekledi “motorda cd değiştirdiğiniz sırada bunu elinizde sanki lanetli bir şeymiş gibi tutuyordunuz, ve bana verdiniz, bunun sebebini merak ediyorum. Nasıl cevap vereceğini düşündü adam. Nasıl anlatacaktı FD’nin hikayesini. Hadi anlattı diyelim anlayacak mıydı acaba kadın. Umarım anlar diye düşündü. Ve başladı anlatmaya, Bir kadın sevmişti, FD’nin şarkılarında o kadına duyduğu aşkı anlatan tınılar bulmuştu. Bu sabah Ankara’dan sevdiği kadına sürpriz yapmak için gelmişti ve kadını eski sevgilisi ile yakalamıştı. Artık FD CD’si adam için yenilen kazıkların bileşkesiymiş gibi geliyordu. Bu yüzden elinden çıkarması gerektiğini düşünmüştü. “O sırada” dedi adam “sizi gördüm motor’da, ilgi ile bakıyordunuz elimde ki CD’ye. İşinize yarayabileceğini düşündüm ve size verdim. Hepsi bu.” Bir süre düşündü kadın sessiz sessiz. Aradan geçen zaman içinde adam bir sigara daha yakmayı düşündü. Bugün 3. paket çoktan bitmişti. Biraz yavaş gitmek lazım diye düşündü ve içmedi. Bir süre sonra kadın gülümsedi adama, sanki küfür ediyor gibi geldi bu hareket. “Beni tanımadığını anlamıştım zaten” dedi. Gerçekten tanımamıştı adam kadını. Hatta hayatında hiç görmediğine yemin edebilirdi. “Ben seni ilk gördüğümde hatırladım” dedi kadın. Ve sanırım içinde bulunduğun durumun da sebebi benim.
Anlamamakta direniyordu adamın beyni geçen konuşmaları. Hayatında ilk defa gördüğü birisi içinde bulunduğu durumun sebebinin kendisi olduğunu söylüyordu. Durumu genç kadın da fark etmiş olmalı ki, açıklamaya başladı yavaş yavaş. “Seni aslında fiziksel olarak hiç tanımadım, çeşitli yerlerde yazdığın yazıları okudum ilk. Ardından çektiğin fotoğrafların tüm haklarını seyrettim. Hatta bir ikisini bilgisayarımda duvar resmi olarak kullandım. Sonra hayat hikâyene merak sardım. Daha derin bir inceleme yaptım hakkında. Bir süre sonra sen benim hep tanıdığım bir insan gibi olmaya başladın. Sanki 40 yıldır tanıyordum seni.” Durdu bir iki nefes aldı, sanki konuyu nasıl bağlayacağını düşünüyordu, “Bir süre sonra belki de istemeyerek kıskandım seni. Belki hiç haset etmedim ama için için kıskandım. Sanırım bu gün bu duruma düşme sebebin de benim. Üzgünüm umarım kızmamışsındır” diye bitirdi sözlerini. Genç kadının kafası öne eğilmişti ama adam gözlerindeki yaşları görebiliyordu.
Bu derece garip bir rastlantı olabilir miydi? Birisinin hayatında. Hiç tanımadığı biri ile aynı gün içinde iki defa kesişebilir miydi yolu, hem de o biri kendisini uzaktan da olsa tanıyordu. Enteresan bir karşılaşmaydı bu. Kim karışabilirdi ki Tanrının işine. Genç kadının olayları bu derece içten anlatması içinde bir kötülük olmadığını gösteriyordu aslında. Bunu ona da söyledi, derin bir gülümseme yayıldı yüzünde. Aslında şimdi daha iyi anlıyordu adam. Genç kadın tanrının ona bir mesajıydı. Belki çok açık değildi bu mesaj ama yine de bir mesajdı,
“Doğru yoldasın evladım” diyordu Tanrı. “Sen farkında bile olmasan da birileri senin için üzülüyor, seviniyor. Kısacası seni düşünen birileri hep var çevrende. Tanıman da gerekmiyor onları. Güvenmen yeter kendine.” Gülümsemesi yüzünün acımasına sebep oldu adamın. Kısaca anlattı olaydan aldığı mesajı kadına. Bu defa kadında gülmeye başladı.
Keyifle bir sigara yaktı adam. Genç kadın, “yakma” demek için hamle yapmaya çalıştı. “Bu son sigara dedi.” Adam “Madem bu gün ilk günü geri kalan hayatımın, bu da son sigaram. İzin ver içeyim.”
Keyifle sohbet etmeye başladılar ardından hiç yaşanmamış günlerden bahsettiler birbirine. Müzik konuştular. Fotoğraf anlattı adam. Çocuğundan bahsetti. Maskelerden konuştular insanların taktığı, yalanları anlattılar birbirlerine, sinir oldukları. Adamın aklına M.F.Ö’nın Yalnızlar Garı isimli şarkısı geldi. Ne diyordu Mahzar şarkısında
“Sensizliği bitmedi gecelerimizin
Farkına varamadım rütbelerimizin
Dervişler devran ederken gecelerde
Ben toy bir mehtap
Kelimeler birer varsayım
Ana yalnızlar garındayım
Evden sokağa zorlanmış Kızgınlıkların
De hele kurbanım
Ne olacak halim
Çocukların karım
Kâğıt kalem gitarım için
Onca çileye dayandım
Ana yalnızlar garındayım
Ana yalnızlar garındayım
Sensizliği bitmedi gecelerimizin
Farkına varamadım aile çay bahçelerinin
Radyasyon bulutları geçti gecelerden
Ben toy bir mehtap
Kelimeler birer varsayım
Ana yalnızlar garındayım ”
Bu defa yalnızlar garı olmayacaktı Ankara garı. Bu defa olmayacaktı.
Mesajı daha da açıktı artık.
“Her tercih bir yitirişti belki, ama insan her gün küçük büyük tercihler yapmak zorunda kalıyordu. Sonuçta yapılan tercihlerin ardında durmamak insanı da bitiriyordu.”